Modern dünyanın en yaygın ruhsal sorunlarından biri olan depresyon, çoğu zaman yanlış anlaşılan bir deneyimdir. Toplumda “üzülmek”, “keyifsizlik” ya da “motivasyon kaybı” ile eş anlamlı görülse de depresyon, bundan çok daha derin ve karmaşık bir süreçtir. Bir insanın içsel dünyasında yaşadığı bu sessiz fırtına, görünür olmayabilir; ancak etkisi hayatın her alanına yayılır.
Depresyon yaşayan bireyler çoğu zaman kendilerini değersiz, yetersiz ya da “bozuk” hissederler. Bu duygular, sadece bir olayın değil; geçmiş yaşantıların, ilişkisel dinamiklerin, biyolojik yatkınlıkların ve bilişsel kalıpların birleşimiyle oluşur. Dolayısıyla depresyonu sadece “negatif düşünme alışkanlığı” olarak görmek, hem kişiye haksızlık olur hem de sürecin derinliğini göz ardı eder.
Psikoterapide depresyonla çalışırken en önemli adım, kişinin kendi içsel hikâyesine alan açmaktır. Bu hikâyede genellikle görülmeyen bir çocuk, bastırılmış bir öfke ya da fark edilmemiş bir yalnızlık vardır. Terapist olarak biz, bu sessiz çocuğun elinden tutarız; ona yeniden duyulma, görülme ve anlaşılma fırsatı veririz. Çünkü depresyon, çoğu zaman “kimse beni anlamıyor” duygusunun bir dışavurumudur.
Toplumsal düzeyde ise hâlâ “güçlü ol”, “takma kafana” gibi ifadelerle depresyonun önemi küçümseniyor. Oysa depresyon, irade zayıflığı değil; ruhun yardım çağrısıdır. Tıpkı vücudun yaralandığında ağrı sinyali göndermesi gibi, ruh da “iyileşmeye ihtiyacım var” der.
İyileşme süreci elbette zaman alır. Ancak küçük adımlar —bir sabah yataktan kalkmak, bir dostla konuşmak, terapiye gitmek— büyük dönüşümlerin başlangıcı olabilir. Her bireyin iyileşme yolu kendine özgüdür. Önemli olan, bu yolda yürümeye karar verebilmektir.
Unutmayalım ki depresyon, bir bitiş değil; dönüşümün başlangıcı olabilir. Sessiz çığlığın içinde, yeniden yaşamı sevmeye dair bir umut filizlenir. Ve bu umut, duyulduğunda büyür.

